12 Temmuz 2012 Perşembe

Çevre Politikaları Üzerine Denemeler - Ekosistem Algısının Ekonomik Kökenleri

Kimse dünyaya daha fazla ait ya da daha fazla sahip değildir. Yaşamak, her canlının en temel hakkıdır ve canlılar arası etkileşimlerde mühim olan ''diğer'' tarafa yaşaması için gerekli olan optimum koşulları bırakabilmektir. Aksi takdirde türler arasında ya da aynı türden canlılar arasında ortaya çıkacak dengesizlik, zincirleme bir şekilde tüm döngüye zarar verir. Bu durumda gücü elinde bulunduran kitleler, oluşacak zarardan kendilerini izole edebilmek amacıyla zararın bedelini, hakimiyetleri altında bulunan diğer kitleler üzerinde yoğunlaştırırlar. Bitkiler ve hayvanlarda rastlamadığımız bu bencillik, insanlarda çokça ve sıklıkla bulunmaktadır. 
İnsanlık, yüzyıllar süren tarihsel dönüşümlerde, sürekli olarak yenilenmiş ve form değiştirmiştir. Geçtiğimiz yüzyılda ise bu dönüşümler, yalnızca ekonomik dönüşümlere endekslenmiştir. Birey ve toplum yalnız birer ekonomik girdi olarak görülmüş, birer borsa hissesiymişçesine tüm yaşam algıları ekonomik verilere indirgenmiştir. Karl Marx için burada bir parantez açmak gerekir. Nitekim Marx henüz 19. yüzyılda ''Bireyin düşünce ve davranışlarını ekonomik koşullar belirler.'' diyerek günümüz yaşamını tam anlamıyla ifade etmiştir. Yani günümüzde kapitalizmin bireye olan yaklaşımı tam anlamıyla metaya olan yaklaşımına eşitlenmiştir. Ancak elbette ki kapitalizmin bu durumu insanlara açıkça itiraf etmesi beklenemez. Bireye ve topluma bu dönüşümü kabul ettirebilmek için kapitalizm, insalara bir umut ve hedef belirleyerek dünya tarihinin en büyük ilüzyonuna imzasını atmıştır. Bu imza ise iki kelimeden oluşmaktadır : ''Refah ve Kalkınma!''
1776 yılında Adam Smith, Ulusların Zenginliği isimli kitabında kapitalizmin o büyük pelerinini şu sözlerle ifade etmiştir; ''Bireysel ve toplumsal çıkar birbirini dışlamaz, aksine insanların kendi çıkarları için yapacakları faaliyetler topluma da faydalıdır ve toplumun refahını arttırır.'' İşte kapitalizm, bu pelerini kuşanıp insanlara rengarek görünmeye başlamıştır. Kavramlara uyulamadığı gibi, toplumların sahip olduğu gibi kavramların kendilerini de değiştirmemişler, bunun yerine kavramların anlamlarını değiştirmişlerdir. Refah kelimesi artık bir ailenin hep birlikte sohbet ederken aldığı keyif olmaktan çıkmış, o ailenin burjuva yaşam koşullarını sağlayabilecek ekonomik duruma sahip olup olmadığı sorunsalına dönüştürülmüştür. Hatta ve hatta bu dönüşüm gerçekleşirken de ekonomi teriminin en önemli 3 fraksiyonundan ikisi yok sayılmış, yalnızca pazar ekonomisi esas kabul edilmiştir. 
Vandana Shiva'nın ''Yeryüzü Demokrasisi'' kitabında belirttiği üzere genel olarak 3 tip ekonomiden bahsedilebilir. Bunlardan ilki ekolojik ekonomidir. Ekonomi kavramının temeli, üretim-tüketim ilişkisi olduğundan dolayı ''ekolojik ekonomi'' var olan en büyük ekonomik sistem kabul edilir. Çünkü var olan en büyük, en kompleks ve en doğurgan üretim mekanizması, ekosistemin kendi üretim mekanizmasıdır. Canlıların yaşam koşullarını hazırlayan ve barındıran bir sistem olmasından dolayı da ekolojik ekonomiyi yok saymak ya aptallık ya da art niyetliliktir. Büyük toplumsal dönüşümler sonucunda ise  Adam Smith'in o büyük yanılgısı ortaya çıkmıştır. Günümüz ekonomik sisteminde bireysel çıkarlar, toplumsal çıkarlara zarar vermekten öte; ekolojik ekonomiyi yok saydıkları için tüm canlı yaşamına da zarar vermektedir. Aslen ekolojik ekonominin bir ürünü olan pazar ekonomisi ekosistemi yalnızca kaynak olarak görüp, ekosistemin üretim-tüketim ilişkisini bireysel ya da şirketsel çıkarlar uğruna yok sayarak canlı yaşamına vurabileceği en büyük darbeyi vurmaktadır. Bu noktadan hareketle de insanlara bu sistem, sanki bir mutluluk vaadi gibi dikta edilmiş ve para tüm sorunların çözümü olarak görülmüştür. Çağlar boyunca ekosentrik bakış açısı yerini, antroposentrik bakış açısına sistematik olarak devretmiştir. İdame ekonomileri dahil yok sayılmıştır. Karadenizde'ki HES mücadelerinin temeli de bu noktada saklıdır. İnsanların günlük yaşamlarını idame için kullandığı kaynaklar, sorgusuz sualsiz pazar ekonomisinin hizmetine sunulmuş ve idame ekonomisi yokmuşçasına davranılmıştır. Farkındalık sahibi kitle elinden gelen mücadeleyi göstermiş ancak toplumdan genel bir destek bulamamıştır. Çünkü bu kitle, sağ politikaların tornasından çıkmış büyük insan kitlesi için ''kalkınmanın önündeki engel''den başka bir şey değildir.
Kapitalizm, kalkınma kelimesinin her şeyin merkezine koymuş ve yaşamın buna göre şekillenmesi amacını gütmüş ve büyük ölçekte başarılı olmuştur. Elbette ki kalkınmayı da ''toplumun mutluluğunu arttıran süper güç'' olarak lanse etmişler ve yine bu algıyı oluşturmakta ne yazık ki büyük ölçüde başarılı olmuştur. Kalkınma kelimesinin bugünkü esas anlamı, büyük şirketlerin daha fazla kazanması, devletin daha fazla nakite sahip olması gibi durumlardır. Bu paranın dağılım şekliyle ya da para sahiplerinin insanlığa bakışıyla bir kısım entellektüel haricinde kimse ilgilenmemektedir. En basit şekilde örneklemek gerekirse ülkemizde kalkınma müjdelenmesi Gayrı Safi Milli Hasıla üzerinden yapılmaktadır. GSMH'nın yükselişi insanlara ''ülke kalkınıyor kardeşim işte'' dedirtebilmekte ancak bu insanlar GSMH'nın neye göre hesaplandığıyla ingilenmemektedir. Çünkü kendisine pazarlanan algı bu sorgulamayı reddetmekte, toplumu koşulsuz kabüle şartlamaktadır. Ahmet Atıl Aşıcı Yeşil Ekonomi isimli kitaptaki ''İktisadi Düşüncede Çevrenin Yeri ve Yeşil Ekonomi: Karşılaştırmalı Bir Analiz'' başlıklı makalesinde GSMH için şöyle demektedir ; ''GSMH, ancak piyasada bir para karşılığında yasal yollardan yapılan alış verişleri kapsar. İnsan ve toplum refahını arttıran bir çok faaliyet GSMH hesaplamasına dahil edilmez ama toplum refahı üzerinde olumlu bir etkisinden bahsedilemeyecek olan bir takım harcamalar, örneğin silahlanma harcamaları GSMH'ya katılır.'' Yani kapitalizm, ekosistemi umursamayıp ne olduğunu bile tam olarak bilmediği ve kendisine asla yansımayan bazı rakamların artışıyla heyecanlanıp mutlu olabilen bir toplum yaratmıştır. Daha da ileri bir nokta olarak ekosistem bileşenleri, topluma birer kalkınma ham maddesi olarak benimsetilmiştir. Oysa bir dere, sadece deredir ve ekosistem ekonomisine uygun şekilde değerlendirilmelidir. Kapitalizm bu anlayışı kökten reddetmiş ve tüm yaşam bileşenlerini (insan emeği dahil) bir ham madde olarak görme yoluna gitmiştir. Toplumda yaratılmış olan bu anti-ekolojik yaklaşım ise kapitalizmin mental anlamda en büyük dayanağı olmuştur. Sonuç olarak, kendi cebine girmeyen parayla kendini zengin gören bir toplum yaratılmıştır ve bu algının değişmesinin tek yolu farkındalık sahibi entellektüel öncülerin cesur ve özverili çevrelerin mücadelesi olacaktır.
NOT: Yazının 2. bölümünde şirket-devlet-toplum döngüsünün ekosistemler ilişki ve mücadelesi bu temel yaklaşım üzerine yorumlanacaktır. 2. bölüm 18.07.2012 Salı akşamı yayınlanacaktır. 

1 yorum: