Devlet, sosyolojik
üretim sürecinde ortaya çıkmış bir kavramdır. Dünyadaki tüm sistematikler birer
denetim mekanizmasına ihtiyaç duyarlar. Sosyal mütabakatı sağlamanın zorluğu da
toplumsal denetim mekanizmasının varlığını zorunlu kılmıştır. Ancak, her toplumun
yaşamsal dinamiklerinin farklılığı toplumun denetim mekanizmasının bir ''öz
denetim mekanizması'' olmasını gerektirir. Aksi takdirde devletle toplum
arasında yabancılaşma başlar. Bu bağlamda da Marx'ın yabancılaşma kavramınından
yola çıkarsak toplum, toplum olmanın bilincini, devlet de var oluşundan gelen
sorumluluk bilincini yitirebilir. Nitekim bu yabancılaşma da devlet kavramının
sorgulanması gereken nokta olmalıdır.
Başta belirtmiş olduğum üzere toplumların sosyal
dinamikleri karakteristiktir. Bu bağlamda da toplumların doğru-yanlış
kavramlarının görece değişken olduğu söylenebilir. Toplumların doğru ve yanlış
kavramlarının evrensel etik ve canlı hakları çerçevesinde değerlendirilip bir
sisteme oturtulmasıyla o toplumun hukuki değerleri oluşur. Bu değerlerin
yaptırımlarıyla beraber sistematiğe oturtulmuş haline hukuk, hukukun
işleyişinin en doğru şekilde sağlanmakla ve bu hukuksal değerlere bağlı kalarak
toplumun yaşamını optimize edebilecek yasaları çıkarmakla mükellef merciye de
devlet denir. Devlet yapısının en temel felsefesi ise sorumlu olduğu
coğrafyadaki her hangi bir birey ya da zümrenin ''ötekileştirilmesini'' ya da
''ayrıcalıklı'' hale gelmesini engelleyebilmektir. Bu da ancak insanın
ekosistemin bir dişlisi olduğu kabulünden yola çıkarak ekosistemi en optimum
yönetmekle mümkün olabilir. Çünkü ekosistem bozulduğu zaman her hangi bir
bileşeninin parayla satın alınamayacağı, dolayısıyla da her hangi bir bileşeninin
parayla satılamayacağı bir olgudur.
Bir toplum için belirli dönüşümlere karşı doğru
refleksi verememek en büyük zaaftır. Devlet de aslında toplumun içinden gelen
bir öz denetim mekanizması olduğuna göre, devlet de aynı şekilde doğru
refleksleri vermeyi başarabilmelidir. Burada kısıtlayıcı etmen bazen toplum
bazen de devlet olabilir. Ancak bu diyalektik, toplumsal ilerlemenin tek
yoludur.
Sanayi Devrimi, devletlerin reflekslerini
ölçmede bir turnusol kağıdı sayılabilir. Sanayi Devrimiyle birlikte kuramsal
olarak Kant ve Hobbes'in devri bitmiş, Adam Smith'in o müthiş egemenliği
başlamıştır. Devletler de bu noktada pazar ekonomisi açısından gerekli refleksi
göstermiş ve pazar ekonomisinin önünü olabildiğince açmıştır. Ancak devletler,
sürdürülebilirlik öngörüsünde bulunamayarak tarihi bir hata yapmış ve gelişim
sürecini tek yanlı değerlendirme yolunu izlemiştir. Sürdürülebilirlik
ekonomi-ekosistem-toplum üçlüsünün optimizasyonu olmasına rağmen toplum ve
ekosistem, birer ekonomik kaynak olarak görülmüş ve yeni düzen bunun üzerine
kurulmuştur. O dönem ekosistem sınırsız bir kaynak olarak görülmüştür.
Elbette o dönemde çevresel anlamda çok ciddi
düzenlemeler beklemek konjöktüre çok da uygun olmayabilir diye düşünülebilir
ancak ekosistemin korunması gerekliliği bir tercih değil bir zorunluluktur.
İşte esas mesele de bu noktada devletlerin bu zorunluluğu anlayamamış
olmasıdır. Çünkü devletler antroposentrik yapılardır ve insanı ekosistemin
üzerinde bir güç olarak görürler ancak insan, ekosistemin milyarlarca bileşeninden
sadece biridir.
Sanayi Devrimi'nden itibaren devletler, var oluş
sebeplerini reddederek toplumun değil şirketlerin hukukunun savunucusu olmayı
seçmişlerdir. Ülkemizde bile M.E.B'e bağlı eğitim kurumlarında Platon'un Devlet
ütopyasındaki özel mülkü reddetme felsefesi, temel bir yanlış olarak
öğrencilere sunulmaktadır. Yani özel mülkiyet savunuculuğu daha orta öğretim
yıllarında öğrencilere aşılanmaktadır. Hukuk, özel mülk sahiplerinin
isteklerine göre şekillenmiş ve şekillenmektedir.
Elbette ki bu sonsuza kadar sürecek bir politika
değildir. Nitekim 1929 Büyük Buhranından sonra 1933 yılında Roosevelt
tarafından ortaya atılan ''New Deal'' bile bugün işlevini yitirmiştir. Çünkü
son yüz yılda inanılmaz bir artış göstermiş olan sanayileşme, artık ekosisteme
olan borcunu ödemek zorundadır. Suların önümüzdeki 20 yılda 5-7 metre arasında
yükselebileceği böylesine güçlü bir olasılıkken, Küresel İklim Değişikliği
varlığını böylesine kabul ettirmişken ve dünya git gide daha da iğrenç bir yere
dönüşürken sorunu hala konvansiyonel çevre yatırımlarında ya da sözleşmelerinde
görmek aptallık ya da aymazlıkla mümkündür ve malesef devlet yapıları bu
ikisini de barındırmaya oldukça müsaittir. Çünkü bugünkü çevresel durumun
müsebbibi Sanayi Devrimi sonrası ekonomik politikalardır. Çevre kirliliği,
kapitalizmin sürekli saklamaya çalıştığı irinidir. Dolayısıyla çevresel
sorunları, sorunun kökenine dokunmayıp çözmek mümkün değildir. Hele ki
denetleyici mekanizmalar ile denetlenmesi gerekenler iç içe geçmişse, devlet
denetleyici ve toplumu koruyucu gücünü kaybetmiş demektir. Burjuva seçkinleri,
seçimlere indirgenmiş bir demokrasi silüetiyle halka seçtirip hem halka şirin
görünmek hem de kapitalist sistemin devlet korunmasında işleyişini mümkün
kılmak devlet ve şirketleri birer ortağa çevirmekten başka hiç bir işe yaramaz.
Bu yolla devlet kapitalist sisteminn halk nazarındaki itibarını yükseltmek için
her türlü yolu denemiş ve insanlara ''patronumuz bizim ekmeğimizi veren
kişidir'' dedirtmeyi başarmıştır. Ayrıca ülkemizde de yıllar yılı kapitalizme
karşı çıkmak ''terör suçu'' olarak görülmüştür.
Temel ihtiyaçlarını sağlayamayan toplumun da
ekosistemi görmezden gelmesi sağlanmış ve toplum, devlet ve şirketler
işbirliğiyle kendisine yabancılaştırılmıştır. Böylesine bir sistemde de
devletin kapitalizme karşı gelip ekosentrik bir yapıya bürünmesini beklemek
malesef hayalperestliktir. Devletin toplumdan böylesine uzaklaştığı bir yapıda
da topluma düşen, iradesini ortaya koymaktır. Toplum devlete kendini
hatırlatmalı ve bu süreçte de devletin şu dönemdeki en büyük yoldaşının
kapitalizm olduğunu unutmamalıdır. Nitekim toplumlar, bu iki olguyu da
kırabilecek güçtedir. Tarih, bu tip başarılarla doludur. Nitekim artık insanlık
bir var oluş mücadelesinin içindedir ve Sartre'ye ufak bir gönderme yapmak
gerekirse çağımızda toplumlar, ''kendilerini
var etmek ile yok etmek'' arasındaki
o ince çizgide yürümektedirler. Burada irade sahibinin kim olduğu sorusuna
Albert Camus muhteşem bir soruyla yanıt verir; ''Eğer
bir ağa köleleri olmadan yapamıyorsa, ikisinden hangisi özgür bir insandır?''
İşte cevap, bu sorunun içinde saklıdır.
Toplum gücü olmadan devlet ve şirketler birer
kelimeden ibarettir ve toplum her ne kadar hizmetkar olduğunu düşünse de
aslında toplumlar efendilerdir. Çağımızı özel kılan ise toplumların artık
mücadele etmek için toplumsal adaletten daha başka sebepleri vardır. Bunlardan
en önemlisi de ekolojik adalettir. Toplumsal adaletin sağlanamadığı bir dünya
elbette ki bir cehennemdir ancak bilinmelidir ki ekolojik adaletin sağlanamadığı
bir dünya, cehennemdeki ateşin ta kendisidir. Bu bağlamda da bireysellik
kavramı bir kenara konulabilmelidir çünkü bilinmelidir ki; nefes alınamayan bir
dünyada ne kadar para kazandığınız kimsenin umrunda olmayacaktır. Susuz kalmış
bir coğrafyada sosyal statüleri kimse önemsemeyecektir. İşte bu yüzden çağımız
toplumlarına düşen, belki 100 yıl sonra doğan bir bebeğin nefes alıp
verebileceği, su içebileceği, ekin ekebileceği, tüm canlılarla birlikte
gülümseyerek yaşayabileceği bir dünya bırakmaktır. Nitekim çağımızda
şirketokrasi, bürokrasiyi böylesine elimine etmişken, ekolojik dönüşüm ya da
devrimi gerçekleştirebilecek tek güç, toplumların kendisidir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder