19 Temmuz 2012 Perşembe

Çevre Politikaları Üzerine Denemeler - Toplum-Devlet-Ekonomi Sarmalında Ekosistemin Yeri

            Devlet, sosyolojik üretim sürecinde ortaya çıkmış bir kavramdır. Dünyadaki tüm sistematikler birer denetim mekanizmasına ihtiyaç duyarlar. Sosyal mütabakatı sağlamanın zorluğu da toplumsal denetim mekanizmasının varlığını zorunlu kılmıştır. Ancak, her toplumun yaşamsal dinamiklerinin farklılığı toplumun denetim mekanizmasının bir ''öz denetim mekanizması'' olmasını gerektirir. Aksi takdirde devletle toplum arasında yabancılaşma başlar. Bu bağlamda da Marx'ın yabancılaşma kavramınından yola çıkarsak toplum, toplum olmanın bilincini, devlet de var oluşundan gelen sorumluluk bilincini yitirebilir. Nitekim bu yabancılaşma da devlet kavramının sorgulanması gereken nokta olmalıdır. 
Başta belirtmiş olduğum üzere toplumların sosyal dinamikleri karakteristiktir. Bu bağlamda da toplumların doğru-yanlış kavramlarının görece değişken olduğu söylenebilir. Toplumların doğru ve yanlış kavramlarının evrensel etik ve canlı hakları çerçevesinde değerlendirilip bir sisteme oturtulmasıyla o toplumun hukuki değerleri oluşur. Bu değerlerin yaptırımlarıyla beraber sistematiğe oturtulmuş haline hukuk, hukukun işleyişinin en doğru şekilde sağlanmakla ve bu hukuksal değerlere bağlı kalarak toplumun yaşamını optimize edebilecek yasaları çıkarmakla mükellef merciye de devlet denir. Devlet yapısının en temel felsefesi ise sorumlu olduğu coğrafyadaki her hangi bir birey ya da zümrenin ''ötekileştirilmesini'' ya da ''ayrıcalıklı'' hale gelmesini engelleyebilmektir. Bu da ancak insanın ekosistemin bir dişlisi olduğu kabulünden yola çıkarak ekosistemi en optimum yönetmekle mümkün olabilir. Çünkü ekosistem bozulduğu zaman her hangi bir bileşeninin parayla satın alınamayacağı, dolayısıyla da her hangi bir bileşeninin parayla satılamayacağı bir olgudur. 
Bir toplum için belirli dönüşümlere karşı doğru refleksi verememek en büyük zaaftır. Devlet de aslında toplumun içinden gelen bir öz denetim mekanizması olduğuna göre, devlet de aynı şekilde doğru refleksleri vermeyi başarabilmelidir. Burada kısıtlayıcı etmen bazen toplum bazen de devlet olabilir. Ancak bu diyalektik, toplumsal ilerlemenin tek yoludur. 
Sanayi Devrimi, devletlerin reflekslerini ölçmede bir turnusol kağıdı sayılabilir. Sanayi Devrimiyle birlikte kuramsal olarak Kant ve Hobbes'in devri bitmiş, Adam Smith'in o müthiş egemenliği başlamıştır. Devletler de bu noktada pazar ekonomisi açısından gerekli refleksi göstermiş ve pazar ekonomisinin önünü olabildiğince açmıştır. Ancak devletler, sürdürülebilirlik öngörüsünde bulunamayarak tarihi bir hata yapmış ve gelişim sürecini tek yanlı değerlendirme yolunu izlemiştir. Sürdürülebilirlik ekonomi-ekosistem-toplum üçlüsünün optimizasyonu olmasına rağmen toplum ve ekosistem, birer ekonomik kaynak olarak görülmüş ve yeni düzen bunun üzerine kurulmuştur. O dönem ekosistem sınırsız bir kaynak olarak görülmüştür. 
Elbette o dönemde çevresel anlamda çok ciddi düzenlemeler beklemek konjöktüre çok da uygun olmayabilir diye düşünülebilir ancak ekosistemin korunması gerekliliği bir tercih değil bir zorunluluktur. İşte esas mesele de bu noktada devletlerin bu zorunluluğu anlayamamış olmasıdır. Çünkü devletler antroposentrik yapılardır ve insanı ekosistemin üzerinde bir güç olarak görürler ancak insan, ekosistemin milyarlarca bileşeninden sadece biridir. 
Sanayi Devrimi'nden itibaren devletler, var oluş sebeplerini reddederek toplumun değil şirketlerin hukukunun savunucusu olmayı seçmişlerdir. Ülkemizde bile M.E.B'e bağlı eğitim kurumlarında Platon'un Devlet ütopyasındaki özel mülkü reddetme felsefesi, temel bir yanlış olarak öğrencilere sunulmaktadır. Yani özel mülkiyet savunuculuğu daha orta öğretim yıllarında öğrencilere aşılanmaktadır. Hukuk, özel mülk sahiplerinin isteklerine göre şekillenmiş ve şekillenmektedir. 
Elbette ki bu sonsuza kadar sürecek bir politika değildir. Nitekim 1929 Büyük Buhranından sonra 1933 yılında Roosevelt tarafından ortaya atılan ''New Deal'' bile bugün işlevini yitirmiştir. Çünkü son yüz yılda inanılmaz bir artış göstermiş olan sanayileşme, artık ekosisteme olan borcunu ödemek zorundadır. Suların önümüzdeki 20 yılda 5-7 metre arasında yükselebileceği böylesine güçlü bir olasılıkken, Küresel İklim Değişikliği varlığını böylesine kabul ettirmişken ve dünya git gide daha da iğrenç bir yere dönüşürken sorunu hala konvansiyonel çevre yatırımlarında ya da sözleşmelerinde görmek aptallık ya da aymazlıkla mümkündür ve malesef devlet yapıları bu ikisini de barındırmaya oldukça müsaittir. Çünkü bugünkü çevresel durumun müsebbibi Sanayi Devrimi sonrası ekonomik politikalardır. Çevre kirliliği, kapitalizmin sürekli saklamaya çalıştığı irinidir. Dolayısıyla çevresel sorunları, sorunun kökenine dokunmayıp çözmek mümkün değildir. Hele ki denetleyici mekanizmalar ile denetlenmesi gerekenler iç içe geçmişse, devlet denetleyici ve toplumu koruyucu gücünü kaybetmiş demektir. Burjuva seçkinleri, seçimlere indirgenmiş bir demokrasi silüetiyle halka seçtirip hem halka şirin görünmek hem de kapitalist sistemin devlet korunmasında işleyişini mümkün kılmak devlet ve şirketleri birer ortağa çevirmekten başka hiç bir işe yaramaz. Bu yolla devlet kapitalist sisteminn halk nazarındaki itibarını yükseltmek için her türlü yolu denemiş ve insanlara ''patronumuz bizim ekmeğimizi veren kişidir'' dedirtmeyi başarmıştır. Ayrıca ülkemizde de yıllar yılı kapitalizme karşı çıkmak ''terör suçu'' olarak görülmüştür. 
Temel ihtiyaçlarını sağlayamayan toplumun da ekosistemi görmezden gelmesi sağlanmış ve toplum, devlet ve şirketler işbirliğiyle kendisine yabancılaştırılmıştır. Böylesine bir sistemde de devletin kapitalizme karşı gelip ekosentrik bir yapıya bürünmesini beklemek malesef hayalperestliktir. Devletin toplumdan böylesine uzaklaştığı bir yapıda da topluma düşen, iradesini ortaya koymaktır. Toplum devlete kendini hatırlatmalı ve bu süreçte de devletin şu dönemdeki en büyük yoldaşının kapitalizm olduğunu unutmamalıdır. Nitekim toplumlar, bu iki olguyu da kırabilecek güçtedir. Tarih, bu tip başarılarla doludur. Nitekim artık insanlık bir var oluş mücadelesinin içindedir ve Sartre'ye ufak bir gönderme yapmak gerekirse çağımızda toplumlar, ''kendilerini var etmek ile yok etmek'' arasındaki o ince çizgide yürümektedirler. Burada irade sahibinin kim olduğu sorusuna Albert Camus muhteşem bir soruyla yanıt verir; ''Eğer bir ağa köleleri olmadan yapamıyorsa, ikisinden hangisi özgür bir insandır?'' İşte cevap, bu sorunun içinde saklıdır. 
Toplum gücü olmadan devlet ve şirketler birer kelimeden ibarettir ve toplum her ne kadar hizmetkar olduğunu düşünse de aslında toplumlar efendilerdir. Çağımızı özel kılan ise toplumların artık mücadele etmek için toplumsal adaletten daha başka sebepleri vardır. Bunlardan en önemlisi de ekolojik adalettir. Toplumsal adaletin sağlanamadığı bir dünya elbette ki bir cehennemdir ancak bilinmelidir ki ekolojik adaletin sağlanamadığı bir dünya, cehennemdeki ateşin ta kendisidir. Bu bağlamda da bireysellik kavramı bir kenara konulabilmelidir çünkü bilinmelidir ki; nefes alınamayan bir dünyada ne kadar para kazandığınız kimsenin umrunda olmayacaktır. Susuz kalmış bir coğrafyada sosyal statüleri kimse önemsemeyecektir. İşte bu yüzden çağımız toplumlarına düşen, belki 100 yıl sonra doğan bir bebeğin nefes alıp verebileceği, su içebileceği, ekin ekebileceği, tüm canlılarla birlikte gülümseyerek yaşayabileceği bir dünya bırakmaktır. Nitekim çağımızda şirketokrasi, bürokrasiyi böylesine elimine etmişken, ekolojik dönüşüm ya da devrimi gerçekleştirebilecek tek güç, toplumların kendisidir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder