11 Temmuz 2012 Çarşamba

Çevre Politikaları Üzerine Denemeler – Birleşmiş Milletler Çevre Politikalarına Kısa Bir Bakış


Tarihsel olaylar, yaşanmış oldukları tarihsel süreçler çerçevesinde değerlendirilir. Bu değerlendirmeler, kitlelerin tarihsel olaylara bakışını tamamen değiştirebilir. İşte esas gerçekler o zaman ortaya çıkar. Bu da insanlığın en büyük zaafıdır çünkü geçmişi doğru okumaktan daha önemli bir şey varsa, o da bugünü iyi değerlendirmektir. Yaşadığı çağı doğru değerlendiremeyip, doğru tepkiyi ortaya koyamayan toplumlar, tarihsel anlamda lanetlenmeye mahkumdur. Bilinmelidir ki, yüz yıl sonrasının tarih kitapları bugünün insanları tarafından içinde bulunduğumuz süreçte yazılmaktadır. Elbette esas sorun bu tarihin okunabileceği bir geleceğin var olup olmayacağı , yani ekosistemin hala sürdürülebilir olup olmadığı, yani çevresel anlamda yapılanlardır. 
Çevresel anlamda önümüzdeki bin yılın kaderi belki de son 40 yılda şekillenmiştir. 1972 Stockholm Konferansı’yla başlayan süreç, Rio Deklerasyonu’yla devam etmiş, Kyoto Protokolüyle zirveye ulaşmış ve Rio +20′ye kadar süregelmiştir. Şimdiye kadar Birleşmiş Milletler’in birer başarı öyküsü gibi lanse ettiği bu süreci iyi irdelemek ve sonucunda gerekli tanıyı koyabilmek gereklidir. Usul itibariyle belki de herhangi bir sorun arz etmeyen bu süreç esas itibarı ile tam bir faciadır. Çünkü sorun doğru tanımlanmış olmasına rağmen, çözüm çok başka ve yanlış bir yerde aranmıştır. Nihayetinde de çözümün odak noktası ”Sürdürülebilir Kalkınma” ismiyle bütün dünyaya pazarlanmıştır. Bu gelinen noktanın ilk sinyalleri Stockholm Konferansında verilmiştir. Nitekim Konferans Bildirgesi’nin 2. maddesi şu şekildedir;
”2. İnsan çevresinin korunması ve geliştirilmesi dünyamızın her yerinde insanların refahını ve kalkınmasını etkileyen önemli bir konu, bütün insanların özlemi ve bütün hükümetlerin görevidir.”
Görüldüğü üzere çevresel sorunların çözüm noktası insanların refah ve kalkınması olarak belirtilmektedir. Oysa çevresel anlamda çözüm ”ekosistemin sürdürülebilirliği”dir. Refah ve kalkınma, var olma mücadelesinin yanında oldukça sönük ve anlamsız kalan kavramlardır. Deklerasyon’un sonraki maddelerinde de ana tema olarak kalkınma-çevre ilişkisi ele alınmıştır. Oysa ki bu anlayış çevreyi esas almamakta, aksine çevreyi yalnızca kapitalist ekonomi anlayışında bir kısıtlayıcı etmen ve hammadde kaynağı olarak görmektedir. 
Rio Deklerasyonu’na gelindiğinde ise aradan 20 sene geçmiş ancak anlayış pek değişmemiştir. İşte o meşhur Deklerasyon’dan bir madde;
   ”Sürdürülebilir kalkınmayı başarmak için; çevre koruma anlayışı, kalkınma gayretlerinin ayrılmaz bir parçası olacaktır. Bunlar birbirlerinden ayrı düşünülemez.”
Çevre yine temel alınan nokta olarak kalmayı başaramamış, ekonomik kalkınma için bir kıstas olarak kalmıştır. Aradan geçen 20 senede çevresel mücadeleler, şirketokratik mücadelelerden çok geride kalmış, dolayısıyla da Birleşmiş Milletler’e bu konuda daha da geniş bir alan açılmıştır. Kapitalizmin çevreyi böylesine katletmesine Birleşmiş Milletler çanak tutmuş hatta bir kaç yıl sonra çok daha ileriye gitmekte hiç bir beis görmemiştir. 1997 yılına gelindiğinde Kyoto’da oluşturulan protokol Rio Deklerasyon’unun ilkelerine bağlı kalmış, bunun yanında da çevrenin kendi kapitalizmini oluşturma çabasına girmişlerdir. İşte bu çabaların bir sonucu olan ”karbon ticareti” gelinen noktayı oldukça iyi özetlemektedir. Rio +20 için de malesef aynı mantalite geçerli olmuştur.
Tüm bunların dışında, Birleşmiş Milletler’in yarattığı en büyük çıkmaz, çevre kirliliğini önlemek için devletlerden medet ummasıdır. Oysa ki günümüzdeki çevresel durumun en büyük sorumluları şirketlerdir ve liberal ekonomik düzenlerde büyük şirketler çoğu zaman devletlerden daha fazla söz hakkına sahiptir. Yani çevre kirliliğinin çözümü aşamasında, sorunun en büyük kaynağı sürecin dışında tutulmuş, ancak devletler aracılığıyla bir yaptırım ön görülmüştür. Oysa ki liberal sistemlerde şirketokrasinin bürokrasiden çok daha etkili ve kuvvetli olduğu en çok BM tarafından bilinmektedir. 
Ayrıca Birleşmiş Milletler’in yakındığı ”gelişmekte olan ülkelerdeki yüksek kirlilik oranı”nın en büyük kaynağının, ABD ve Avrupa merkezli dev şirketlerin ucuz iş gücü amacıyla üretim tesislerini bu 3. Dünya Ülkeleri’ne taşıması olduğunu da yine en iyi Birleşmiş Milletler bilmekte ancak yine de bunun hesabı 3. Dünya Ülkeleri’nden sorulmaktadır. Ancak bugünlerin ve en çok geleceğin hesabı da, bugün olmasa bile tarihsel süreçte bu çarpık politikayı yürütenlerden elbette sorulacaktır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder