27 Şubat 2011 Pazar

TOPLUMSAL DAVRANIŞ VE ÇEVRE BİLİNCİ
İstanbul Teknik Üniversitesi. İnşaat Fakültesi. Çevre Mühendisliği Bölümü. Zihni Başsaray
Özet
Çevre ; korunma yolları , etkileri ve kendisiyle alakalı herhangi bir sorunun çözümü için izlenilen yollar itibariyle diğer yaşam bileşenlerinden ayrılır. Tüm güç dengelerinin para üzerine kurulduğu bir dünyada, insanlar düşünce eksenlerinin merkezine ister istemez parayı yerleştirmişlerdir. Bunun sonucunda da; o parayı kullanacakları bir dünyanın olamaması ihtimalini göz ardı etmekle kalmayıp, daha fazla para için , daha fazla yok etme yolunu seçmişlerdir. Yok oluş kirlilik kaynaklı olmakla beraber, kirlilik paydasındaki en büyük pay da endüstriyel kirliliğe aittir. Bu kirliliğin çözümü ise devlet-endüstri-halk üçgeninde aranmalıdır. Önce endüstri kuruluşunun yöneticileri iyi yönlendirilmeli ve iyi niyetli hareket etmeli ; ardından devlet sağlıklı standartları belirlemeli ve denetleme mekanizmasını çalıştırmalıdır. Bu iki koşulun gerçekleşmediği durumda halk , kirlenmenin zararlarından etkileneceğini bilerek harekete geçer. İşte bu harekete geçme safhasının gerçekleşmesi bazı koşullara bağlıdır. Kişiler önce bireysellikten sıyrılmalı , ardından da gerekli gördüğü noktalarda yönetime müdahaleyi göze alabilecek kadar cesur ve kararlı olmalıdır. Bu özellikler normal şartlarda da vatandaşlık bilincini gereğidir ancak pek dikkat edilmeyen bir nokta var ki işte o nokta esas olarak insan olma bilincinin de temelinde yatar. Bu nokta , çevre bilincidir. Bu bilinç doğrultusunda insanlar , yaşanabilir bir dünya için dikkatli davranmalı ve gerektiği takdirde fedakarlıklardan kaçınmamalıdırlar. Çevre bilincinin oluşumu yüksek oranda eğitim ve kültür seviyesiyle orantılıdır. Ülkemizin de hala oturmuş bir eğitim sistemi bulunmadığı ve kültürel çatışmalardan başını kaldıramadığı düşünülürse halkın çevre konusunda duyarlı olmalarını beklemek hayalperestlikten pek öteye gitmez. 80 milyon nüfuslu ülkemizde bu durum vahim sonuçlara yol açmaktadır, dolayısıyla çevre konusunda farkındalığı yüksek ve sorumluluk sahibi kimselere büyük görev düşmektedir.
Anahtar Kelimeler :  çevre bilinci , farkındalık , eğitim
zihnibassaray@gmail.com ,  0539 509 91 03
1.GİRİŞ
1.1 Çevre Bilinci
Çevre bilinci; bireylerin davranışlarında, aldıkları kararlarda, uygulama ve yönlendirmelerinde çevre faktörünü harici bir etmen olarak değil , temelde dikkat edilmesi gereken bir öğe olarak göz önünde bulundurmasıdır. Çevreyi kirletmemek bir tercih değil, insani bir görev olarak kabul edilmelidir. Bu olgunun bir insanda oluşması, tahmin edilebileceği gibi zorlu ve uzun bir sürecin ürünüdür. Bu süreç, bilincin oluşmaya başladığı bebeklik zamanından başlar ve olgun bir birey olup, belirli bilinç düzeyine erişene kadar devam eder. Bu süreçte, esas öğe eğitimdir. Eğitim; her zaman söylendiği gibi ailede başlar, okulda devam eder ve son halini toplumsal yaşam sürecinde alır. Eğer toplumsal konjöktör , kişinin o güne kadar almış olduğu eğitim birikimiyle ters düşüyorsa, kişi süreci sorgular ve çoğunlukla topluma ayak uydurma yolunu seçer. Tabii ki toplumda kendi fikirlerinden ve düşünce tarzından ödün vermeyen bireyler vardır ancak bu kişilerin sayısı genele bakıldığında ne yazık ki bu bireylerin oranı çok düşüktür. İşte bu nedenle düşünce yapısı özgürlükçü olmayan ülkelerde bilhassa çevre konusunda ilerleme gözlemlemek ziyadesiyle zordur.

2. TÜRKİYE’DE ÇEVRE BİLİNCİ

2.1. Mevcut Durum
Her toplumun kendine ait bir kültürel birikimi vardır. Bu birikim; yaşam alışkanlıklarının yanında, düşünsel alışkanlıkları da şekillendirirler. Bu şekillenme kendini genelde yöntem belirleme aşamalarında belli eder. İnsanın en çok eksikliğini hissettiği şey genellikle en çok istediği şeydir. Toplumun da bireylerden oluşuğu düşünüldüğünde , toplumun ortak amaçlarının, bireysel amaçlardan çok da farklı olmadığı anlaşılabilir.
Kapitalist sistem özetle, maddi gücü olmayana yaşama şansı bırakmamaktadır dolayısıyla Türkiye gibi bu gerçeği çok acı hissetmek durumunda kalan bir ülkede, insanların tüm düşünsel ekseninin merkezinde para olması çok da yadırganacak bir durum değildir. İnsanlar karar verirken, öncelikle etkisini en çok hissettikleri parametreyi merkeze koyarlar ve sonrasında diğer tekil başlıkları da bu merkezdeki parametreye göre değerlendirirler. İşte çevre konusundaki en vahim hata bu noktada baş göstermektedir.
Çevre ve tıp ile ilgili kararlar verilirken para merkezli düşünülmesi çok ciddi felaketlerle sonuçlanabilir. Doktora bir akrabanızı götürdüğünüzü düşünün. Doktor gerekli tedaviyi yapıyor ve bir sonu varıyor. Size sonucu şu şekilde belirtiyor : “Efendim, hastayı kurtarabiliriz. Bu size 20.000 TL’ye mal olur fakat bu hasta yaşasa bile size o parayı kazandırmaz ayrıca yapacağınız muhtemel masraftan da kurtulacağını düşünürsek hastanın ölmesi oldukça mantıklı.” Bu durumda toplumumuzun en az yüzde 90’lık bir kısmı doktorda ciddi kalıcı hasara yol açabilecek tepkiler verecektir. Çünkü söz konusu olan şey canlı yaşamıdır ve yaşam parayla ölçülemez. Doktor örneğinde, canlı yaşamının fiyatlandırılma çabası doğrudan görünmektedir. Bu bilince sahip bir toplumun doğayı koruması kuvvetle ihtimaldir ancak ülkemizde durumun bu kadar toz pembe olmadığı da aşikar.
Ülkemizde çevre bilinci ile ilgili bu durum, basit bir çelişki olmaktan öte ülkemizdeki toplumsal davranış ve düşünce sorunlarını da gözler önüne sermektedir. Bunlardan ilki; bilgisizlik. Türkiye’de insanların bir kısmı ne yazık ki en başta, çevrenin korunması gerektiğinin farkında değiller. Bu durumda insanlara, çevre bilincine sahip kişiler tarafından yöntem gösterilmeye çalışılmasının bir ehemmiyeti kalmamaktadır. Üstelik, çevre konusunda hiç bilgisi olmayan insanları eğitimsiz ya da tahsilsiz diye de nitelendiremiyoruz çünkü eğitim sistemimizde maalesef çevreye pek yer yok. Çevre duyarlılığı konusundaki bir ders sağlıklı şekilde müfredatta olmadığı gibi , okullarda (bilhassa devlet okullarında ) çevre duyarlılığına yönelik eğitim de yok denecek kadar az. Ancak bana kalırsa bunu sadece MEB bünyesindeki kişilerin çevreye karşı duyarsızlığı olarak yorumlayamayız. Çevre bilincinin, aynı zamanda sosyal ve çoğu zaman muhalif bir yönü var. Dolayısıyla tek tip insan yaratma çabası içinde olan bir ülkenin eğitim sisteminden daha fazlasını beklemek çok da makul değil.
Anadolu coğrafyası dünyada toprağa en sadık olması gereken insanları barındırır. Buradaki toplumlar yüzyıllarca o topraklardan çıkarmıştır bütün varlığını. Dolayısıyla bir çok insan sadıktır toprağa ve toprağın, doğanın değerini bilir ancak bu demek değildir ki bu insanlar çevreyi müthiş derecede korur. Çevreyi korumak bir disiplin ve yöntem gererktirir. Evet, bu konuda duyarlılık sahibi olan bazı yörelerde insanlar zamanla kendilerine özgü yöntemler geliştirmişlerdir ancak kirliliğin karakteri ve kirlenmenin şekli , sebebi değiştikçe, eski yöntemler etkisiz kalmaktadır. Çevre kirlenmesi, ne yazık ki artık ülkemizde devletin gözleri önünde gerçekleşmekte ancak devletimiz bu konuda halka hesap verme gereği duymamaktadır.
Ne yazık ki hayatın her alanında, her faaliyette çevreyi kirletmek mümkün. Tabii ki çevre bilinci; ilk safhada bireylerin, kişisel olarak çevreye verdikleri zararın asgari seviyede olmasını sağlamalarını ve bu doğrultuda hareket etmeyenleri de tespit ettiği takdirde uygun şekilde uyarmasını gerektirir fakat kirlenme bir bütün olarak ele alındığında sorunun çözümünün bu bireysel çabalardan çok daha fazlasını gerektirdiğini görüyoruz. Tüm insanlar günlük yaşamlarında çevreyi kirletmeyi bırakırsa bu anlamlı bir reaksiyon olur ancak bunun mümkün olmadığı gün gibi ortada dolayısıyla gerçekten çevreye sahip çıkmak isteyen insanlar kendi sınırlarının dışına çıkmayı bir görev bilmelidirler. Çünkü toplumsal değişimde anlamlı başarı kazanabilmek için ya nitelikli çoğunluğa sahip olmak ya da etkin azınlık olmak gerekir ve çevreye duyarlı insan sayısı ne yazık ki anlamlı çoğunluğu oluşturabilecek seviyeye gelemeyecek gibi görünüyor.
Bir de çoğu zaman binlerce insanın yaşadığı kasabaların bir günde ürettiği kirliliği 1 saatte tek başına üretebilenler var yani endüstriyel kuruluşlar. Gerçekten çevre konusunda ilerleme kat edilmek isteniyorsa endüstriyel kirlenme kesinlikle asgari düzeye indirilmelidir. İşte bahsetmiş olduğum bireyselliği aşmak burada devreye girer. Endüstriyel kuruluşların tamamı normal olarak para kazanmak üzerine var olmuştur. Çevresel önlemler de genelde para kazandıran değil kaybettiren yatırımlardır dolayısıyla patronların ekstra bir hassasiyeti yoksa onlardan sadece kendi özverilerine dayanarak önlem almalarını beklemek boştur. Ayrıca endüstri kuruluşları için çevresel yatırım, bizim ülkemiz gibi gelir düzeyi düşük ülkelerde ciddi risktir. Çevreye daha fazla önem verip yatırım yapan bir işletmenin tabi ki ürün maliyeti de yüksek olacaktır. Burada iki sorun ortaya çıkar. İlk olarak halkımızın gelir düzeyi zaten düşük olduğu için tabi ki pahalı değil ucuz olanı tercih eder. Ayrıca parası olan insanlar da bu yüksek maliyetin sebebini haklı olarak bilmemekte ve daha da haklı olarak bu maliyet farkının çevre yatırımından kaynaklandığına inanmamaktadır. Bu noktada kapitalist sistemin yarattığı güvensizlik ortamının ve yine kapitalizmin yarattığı ekonomik dengesizliğin önemi yadsınamaz.



İşte bu noktada işin içine yukarıda bahsedilen devlet-halk-endüstri ilişkisi devreye girmektedir. Bu endüstri kuruluşlarının çevreye verdikleri zararı azaltabilmek için bireysel önlemlerin etkisiz olacağı gün gibi ortadadır. Devlet, endüstriyel kirliliğe karşı mücadelede etkin şekilde rol almak zorundadır. Öncelikle daha kuruluş aşamalarında ÇED raporları titizlikle değerlendirilmeli ve ona tarafsızca sonuçlandırılmalıdır. Sonrasında ise kuruluların işletilme süreçlerinde devlet, son derece sıkı bir kontrol ve denetleme mekanizması kurmalı , yeri geldiğinde en sert tedbirleri almaktan da çekinmemelidir. Aksi takdirde ufak hesaplar için kirliliğe göz yuman devlet, ileriki süreçte bütün hesaplarını bu kirliliğin sonuçlarından kurtulmak üzere yapabilir.
Diyalektik, tez-antitez-sentez olarak çok kısa şekilde özetlenebilen bir yöntemdir. Örneğin belirli bir olgu ya da olay bireyler tarafından analiz edilir ve konuyla ilgili bir tez oluşturulur. Bu tez; bir çözüm, izlenecek yol, dengeyi koruma yöntemi önerisi vs. olabilir. Daha sonra bu tezin karşısına bu tezi ve mevzubahis olay ya da olguyu iyi analiz etmiş bireyler, karşıt yöntem ya da görüşte başka bir tez hazırlarlar. İşte bu da antitezdir. Sonrasında ise tezin ve antitezin birlikte değerlendirilip analiz edilmesiyle birlikte ortaya bir sentez çıkar. İşte bu sentez mevcut konuda izlenecek yol ile ilgili en sağlıklı yöntem olarak kabul edilir. Bu yöntemle tez ve antitez birbirlerinin gediklerini kapatma vazifesi görmüş olurlar.
Türkiye’de bilhassa çevre konusunda izlenen yola bakıldığında, nasıl bir facia yaşandığı ortadadır. Bunun asıl sebebi karar aşamalarında diyalektik yöntemin uygulanamıyor olmasıdır. Tez oluşturmak her şeyden önce durumun çok yönlü analizini gerektirir ve çevresel olaylar hakkında sürekli tezler öne sürülmektedir. Örneğin İstanbul’da Üçüncü Köprüye ihtiyaç olmadığını bilimsel verilerle ortaya koyan onlarca bilimsel makale bulmak mümkündür fakat karar aşamasında bu tezlerin hiçbirinin dikkate alınmadığını görüyoruz. Bunun sebebi senteze ihtiyaç duyulmamasıdır. Çevreci kesimin sunduğu tezlere karşı savunulan görüşler olayı bambaşka bir yerden yani sadece para yönünden görmeyi seçmektedirler ve sonuç olarak sentez imkansızlaşmakta, karar mercileri de kendi dinamiklerine uygun olanı yani maddi değerler üzerine değerlendirilmiş olanı göz önünde bulundurmayı tercih etmektedirler. Bu karar merci de, ne yazık ki halk tarafından oraya getirilen devlettir.
İngilizler için söylenen güzel bir söz vardır: “ İngilizler; bir Pazar sabahı uyanıp, sokaklardan kuş ölülerini toplamak zorunda kaldıklarından beri, çevreyi önemsiyorlar.” Çevre kirliliği, genel itibariyle etkilerini kronik olarak gösterir. Aslına bakılırsa çevre duyarlılığının pek gelişmemiş olmasının sebeplerinden biri de budur. İnsanlar akut felaketlere bile gerekli ilgiyi göstermezken, çok daha geniş bir düşünce , öngörü ve hassasiyet gerektiren çevre kirliliği gibi kronik etkileri olan konuları önemsememeyi tercih etmektedirler. Göz ardı edilen şudur ki ; kronik etkileri olan felaketlerin sonuçları geri dönüş bakımından inanılmaz yıkımlara yol açabilirler. Her felaketin dönüşü elbette vardır ancak sorun şu ki, bazı felaketler insanlığı kendisiyle baş edemeyecek kadar güçsüz kılabilir. İşte o zaman yapılmış olan tüm küçük hesaplar kifayetsiz kalır.

Devlet ne yazık ki bu hesaplara son derece önem vermektedir. Devletin, kuruluşları denetleyebilmesi , yaptırımda bulunabilmesi için her şeyden önce o kuruluşlardan daha güçlü , ve o kuruluşlardan bağımsız olması gerekmektedir. İşte bu nedenle devletin denetleme mekanizmalarında aktif olarak görev alan ya da denetleme mekanizmalarını en ufak şekilde bile olsa etkileyebilecek kişilerin herhangi bir şekilde mevzubahis kuruluşlardan nemalanması kat’i surette yasaklanmalıdır. Çözümün, başka hiçbir yolu yoktur ancak her zaman söylenildiği gibi gerçekçi olmayan çözüm önerileri, laf salatasından öteye gitmezler. Ülkemizde seçim, oy, rant sistemleri bu derece kirlenmişken utanarak söylüyorum ki yazmış olduğum çözüm önerisi ülkemiz için gerçekçi değildir.
Devlet erkanı ve iş adamlarının sayısını halka oranladığımızda oranın ne kadar düşük olduğunu göreceğiz. Şimdi küçük bir mantıksal hesap yapalım. Bu oran yaklaşık yüzde 1 kabul edilsin. Peki çevre kirliliğinin kaynağı bazında düşünüp oranlayalım. Bu kitlenin yarattığı kirliliğin oranına yüzde 80 desek sanırım abartmış olmayız. Sadece bu oranlardan yola çıkarsak şu soruyu gönül rahatlığıyla sorabiliriz : “ sadece yüzde 1 kesimin, toplumun tamamının kaderine bu derece hükmetmesi hangi mantık ve vicdana sığar?”
Bu soruyu toplumumuz kendisine sorma gereği duymamıştır. Üstelik bunu sadece çevre için değil , diğer tekil başlıklar için de sormamış ve kaderini kendi elleriyle bir avuç insana teslim etmiş sonra da bunu denetleme gereği bile duymamıştır. Tarım sürecinden , iletişim bilişim devrimine hızlı geçişin bir bedeli olarak demokrasi temelini almadan ve daha da fenası demokrasi için mücadele etmeyen bir millet olmanın bedelini ödeyen bizler , çevre konusunda da hesap sormamayı tercih ediyoruz. Üçüncü köprüye de , HES’lere de sessiz kalıyoruz. Çoğu zaman çevresel kirliliğin etkilerinin yerel değil evrensel olduğunu unutup, bize etkimeyeceğini düşündüğümüz yaptırımlara sessiz kalıyor, onları önemsemiyoruz.
Bahsetmiş olduğum devlet işlevsizliğinden de endüstri kuruluşlarının çıkarcılığından da en fazla halk etkilenir. Halk, devletin de , ekonominin de üzerindedir ve her şeyi sorgulama hakkına sahiptir. Halk; hakkını aramalı , yarını için gerekirse bugününü feda edebilmelidir.


SONUÇ
Türkiye, çevresel duyarlılığın gelişmediği bir ülkedir. Bireysel olarak insanları bilinçlendirip çevre bilinci kazandırılması ve insanların günlük yaşamlarında bireysel olarak sebep oldukları çevre kirliliğini en alt seviyeye indirmeleri gerekmektedir. Ancak bu gerçekleşse bile, endüstriyel kirlenmenin önü kesilmeden  , çevre konusundaki önlemler havada kalacaktır. Öncelikle eğitim ve öğretim sorunu olarak tanımlayabileceğimiz çevre konusundaki duyarsızlığın sebebi, daha derine indiğimizde düşünüp sorgulamama güdüsü, sessiz kalma ve kabullenme eğilimi , en kötüsü de haksızlığa boyun eğme alışkanlığını görüyoruz.

“Çevre bilinci” bu kıvılcımı yaratabilmek, henüz doğmamış bebeklerin temiz bir havayı soluyabilmesi, susadığında su içebilmesi için gereklidir. Bu noktada genç ve bilinçli nesil devreye girmektedir. Sadece bireysel bazda bile düşünülürse çevresel felaketler bugün başta üniversite öğrencileri olmak üzere tüm genç neslin en öncelikli sorunlarından olmalıdır çünkü çevresel gelecek, şimdiki genç neslin tüm hayatını şekillendirecektir. Yaşanamayan bir dünyada ne iş yaptığınızın önemi yoktur. Var oluş çabası tüm diğer kaygıların üzerindedir ve eğer var oluş mücadelesinin mevzubahis şekli kitlesel bir bilinç, bilgi birikimi ve fedakarlık gerektiriyorsa bu ülkenin tümüne karşı sorumlu olan genç nesil toplumsal dinamikleri harekete geçiren etmen olma görevini üstlenmelidir.
Çevre konusunda duyarlı olan genç kesim ortak bir çatıda buluşmalı ve topluma karşı olan tarihsel sorumluluğunu yerine getirmelidir. Biz genç nesil, uzaktan konuşarak değil, yeri geldiğinde Karadeniz’deki HES maduru köyde kalarak i onların dertlerini görerek ve sıra tepki göstermeye gelince onların da önüne geçerek ; yeri geldiğinde Bergama’yı yurt edinip halkı tanıyarak ve onların dertlerini dert edinerek belki insanlara onları sahiplenen birileri olduğunu ve çevre konusunda sessiz kalmaları için hiçbir sebep olmadığını insanlara anlatabilir ve en önemlisi onları buna inandırabiliriz ve şunu bilmeliyiz ki eğer ödenecek bedellerin de bu mücadelede , yaşanabilir gelecek için verilen savaşta birer tepki olduğuna inanıp bu bedellerden kaçmazsak, hiç tereddütsüz söylüyorum ki: başarabiliriz.






Hiç yorum yok:

Yorum Gönder