7 Ocak 2012 Cumartesi

Yusuf

     Uzakta olmanın merakı, uzaktaki yakınlara duyulan özlemi bastırır çoğu zaman. Bazı insanlar, sadece yolları sevdiğinden gitmek ister. Nereye varacağını ya da bir yere varıp varmayacağını önemsemez çoğu zaman. 30 senedir aynı yerde çalışan bir insanın, emekli olup Ege'de bir sahil kasabasında yaşama isteği kadar insanidir gitme isteği.
     ''Özlemeyecek misin?'' sorusunu ilk ne zaman duyduğunu hatırlayamadı. Belki bir akşam yemeği sonra annesi sormuştu ilk, belki de bir dost meclisinde arkadaşlarından biri. Özlemek, karmaşık bir duygu diye düşündü Yusuf. Herkes özlerdi aslında. Kimi geçmiş zamanı, kimi geçmişteki insanları. En çok bu yüzden ''özleyeceğim tabii'' derken böylesine emindi. En çok neyi özleyeceğini düşündü. Annesini özlerdi. Sonra? Sonra hayatında iyi olan ne varsa onları özlerdi. Durdu. İyi neydi peki? Yıllar önce girdiği bir lisenin sonuçlarını hayatıyla ödeyecekti neredeyse. Oysa nasıl da sevinmişti orayı kazandığını öğrendiği gün. O günü de özlerdi belki. İyi ve kötü yoktu belki de. Varsa da duruma göre değişir miydi acaba? Hayat, iyinin ve kötünün ötesinde yaşanmalıydı belki de. Bilemedi Yusuf.
     Acı fren sesi gelmese belki düşünmeye devam ederdi. Sendeledi. Düşer gibi oldu. Düşmedi. Geriye bakmadan devam etti. Geridekilerin neden bağırdığını merak etmedi.
     Sigara çekti canı. Vazgeçti. İçmese daha iyi olacak gibiydi. Kalbinin sancısı artmıştı artık. Eve gidesi gelmedi hemen. Ters yola doğru saptı. Aynı mahallenin başka sokaklarında dolaşmak iyi gelirdi Yusuf'a. Hem çay içse ısınırdı. Soğuktu hava. Üşümüyordu gerçi ama soğuk havalarda çay güzeldi. Köşedeki çay ocağına doğru yürümeye başladı. Çay ocağının hemen köşesinde bir seyyar simitçi bulunurdu. Simitçiyi tanırdı. Selam vermek istemedi ve zaten simitçi de oralı olmadı. Çay ocağı kalabalıktı. Tanıdık yüzlerdi aslında ancak hiçbir masaya oturmadı. ''Nasılsın?'' siye sormamıştı kimse. Fark etmemişlerdi belki. Neden sonra yalnızlık geldi aklına Yusuf'un. Belki de yalnızlık, ''nasılsın?'' diye soracak kimsenin olmaması haliydi. Yalnızlık bir histi ve bütün hisler anlıktı Yusuf'a göre. Bu da öyle bir andı belli ki. Çay içesi de yoktu ya aslında, kendini kandırmıştı belli ki. Hava soğuktu, üşümüyordu ve Yusuf ancak üşüdüğünde çay severdi. Üşümeyen insan havanın soğuğunu hissedebilir mi diye düşündü Yusuf. Cevap aramadı. Dışarı çıktı. Girerken selam vermediği simitçiye selam verse iyi olacaktı. Ne de olsa insanlar, böyle şeylere önem verirdi.
     Tam çıktığı esnada ''iyi misin?'' diye bir ses duydu. Simitçi diğer taraftaki bir adama seslenmişti. Neyse, dedi Yusuf. Bölmeyeyim lafını şimdi adamın.
     Yusuf yürürken, simitçi yanına gelen adama anlatmaya başladı. Bağırıyordu. ''Şu piç kurusu var ya!! Gelmiş, amca açım bana simit ver. Paran var mı? Yok. Ulan it oğlu it! Ben mi doyuracağım senin karnını. Anaları sokağa salıyor, bu koduğumun piçleri de gelip bizim gibi insanları buluyor.''
     Bir an durdu Yusuf. Duymuştu simitçiyi. ''Sizin gibi insanlar'' dedi. ''Siz''in kim olduğunu bilmiyordu. Simitçinin de ''biz''i bilmediği gibi. İnsanlar asla biz olmazdı oysa ki. Ben vardı, sen vardı, o vardı. Böyle düşünürdü Yusuf. Daha kendisi olmayı beceremeyen insan, ''biz'' nasıl olsun? Çocuk geldi aklına tekrar.  Çocukken okuduğu Kemalettin Tuğcu romanlarından hatıraydı onda karşısındakinin acısını hissetmek. Çocuğa baktı. Anasının sokağa saldığı o piç kurusuna. Anası yoktu oysa ki. Babası da. Tam 4 ay 10 gün önce ölmüşlerdi. Namus davasıydı. Yusuf'un ülkesinde, güneşin önce doğduğu yerlerde töreler vardı. Güneş, her doğduğu yeri aydınlatamıyordu belli ki. Çocuğu dilendirmek için getirmişlerdi bu şehre. Dilenmek istemedi. Utanıyorum demişti. Hayatın utananları sevmediğini asla öğrenemeyecekti. Kaçtı. 4 saat kaçıp gelmişti semtin bu tarafına. 11 yaşındaki bir çocuktu. Simit istemişti. Alamadı. Açtı. Para vereyim diye içinden geçirdi Yusuf. Elini cebine attı ki çocuğun yürümeye başladığını fark etti. Seslendi. Durmadı çocuk. Koşmadı Yusuf arkasından. ''Evi yakındır belki'' diye teselli etti kendini. İyi ki teselli vardı. Yoksa ölürdü vicdanı olanlar. Yusuf yürümeye devam etti.
     2 gün dayandı çocuk. Aynı yolu 6 saatte gitti. Dilenebilmek için. Gece saat 3'ü 37 geçiyordu ki  çocuğu gördü polisler. Çocuk öleli 1 saat, tecavüze uğrayalı ise 2 saat 20 dakika geçmişti. 11 yaşındaydı Ali. Yusuf bunu asla öğrenemedi.
     Yusuf yürürken, okulda çay içerken yan masasında oturan 2 çocuğu hatırladı. Demek üşümüştü Yusuf gündüz. Oysa hava şimdikinden sıcaktı. 2 çocuğu anımsadı tekrar. Ezilenler ve ezenlerden konuşuyorlardı. Büyük şirketler diyorlardı, dünyanın içini sikiyorlar. Kapitalizmin de sonu gelmişti ama çocuklara göre. Şirketler olmasa patron da olmazdı, patron yokken ezilen de olmazdı. Devrim, diyorlardı. Devrim olmalı memlekette. Devrim olmalı ki patron olmasın, sonra bir süre Marx ve Gramsci konuştular. ''Peki az önce olan neydi?'' dedi Yusuf kendi kendine. Bir simitçi bir çocuğu ezmemiş miydi? O gece aç uyumuştu işte çocuk. Üstelik ne ABD ne de İsrail'in haberi vardı bundan. Simitçiyi de tanımıyorlardı. Seyyar simitçi de patron sayılmayacağına göre başka birşey vardı. Devrim olmalıydı. Ama memleketten önce insanların içinde.
     Evinin sokağına saptığından sendeledi yine. Ayağı taşa takılmıştı. Ya da O öyle sandı. Etrafına baktı, bir tek karşıdan gelen komşu görmüş olmalıydı. Farların ışığı gözlerini aldı. Gözlerini severdi Yusuf. Her insandan farklı olarak. Bir çeşit delilik gibi. Bir kör gibi severdi gözleri. Kör değildi neyse ki. Gözüm olmadan nasıl yaşardım derdi. Araba geçip gitti hızla. Görmezden gelmişlerdi onu. Oysa severdi O'nu komşuları. Hal hatır sorar, ''İyi misin?'' derlerdi. Utanmayayım diye yapmışlardır diye geçirdi içinden. Eve vardı.
     Kapı açıktı. İçeri girdi. 28 basamak çıktı ve daireye girdi. Eşyada, aceleyle terk edilmiş bir hal vardı. Kimseler yoktu evde. Merak ederken uyuyakaldı. Ya da O, öyle sandı. 4 saat sonra geldiler. 2 saat sonra Yusuf ayağa kalktı. Kalabalığa şaşırdı. Ağlama seslerinden ürkmüştü. Annesine bir şey olduğunu zannederdi normalde. Bu sefer öyle olmadı. Salona girdi. Kimse O'nu fark etmemişti. Yerde yatan birini gördü. Üzerinde beyaz örtüsü karnında bıçağıyla. Merak, korku ve diğer bildiği tüm duygulardan başka bir şey hissetti. Babası ayağa kalktı, örtünün başına gitti. Yüzünü görmek istiyorum dedi. Örtüyü açtılar. Yusuf'tu yatan. Kendisini görünce yine bilinen tüm duygulardan başka bir şey hissetti. Sanki bir rüyadan uyanıp gerçeği yakalayamama hali gibi. Yerdeki Yusuf ayaktakine baktı. Başka kimse fark etmemişti. Uykusu geldi Yusuf'un ya da O öyle sandı. Uyudu. Uyanmadı.

2 yorum:

  1. Ağlayamadım bile Zihni, yazıyı okurken hissettiklerim boğazımda düğümlendi. İnsan içinde yaşadığı gerçekleri okuyunca böyle oluyormuş demek ki. Şu lanet olasıca okul bitmeden daha yakın tanıyabilirim umarım seni. Kütüphanede görüşmek üzere.

    YanıtlaSil
  2. nefesim kesilircesine okudum...
    yusuf'un hikayesi değildi bu, hepimizin olası hikayelerinden biriydi. Ondandır belki de okurken tüylerimin diken diken oluşu.
    başarılısın zihni, daha da başarılı olacaksın inanıyorum.ellerine sağlık.

    YanıtlaSil