29 Ekim 2011 Cumartesi

Siyaset Yazıları - 1

Toplumlar, statik değil dinamik unsurlardır. Toplum kavramı; esasında sabit verilerden oluşur gibi görünse de salt sabit verilerden oluşan insan topluluklarına toplum değil, kalabalık denir. Bu sabit veriler, insanın doğuşundan itibaren aileden gelen dini, dili, ve yaşadığı coğrafyadır. Salt bu verilerin ortak paydasında buluşup, bu verilerin temelinde bir ortak kimlik oluşturmuş topluluklarda toplumsal bilinç oluşması mümkün değildir. Öncelikle burada dikkat edilmesi gereken nokta, bahsetmiş olduğum bu üç veriden hiçbirinin kişinin benimseyerek edindiği ya da edinmek durumunda olmasına rağmen çoğunlukla benimseyebildiği olgular olmamalarıdır.
 Din olgusu, tamamen bireysel bir inanç sistemi olmasına rağmen din, bireysel bir tercih olmaktan oldukça uzaktır. Geçtiğimiz çağlar boyunca din kavramı, bireysellikten sıyrılıp toplumsal birer kimliğe dönüşmüştür. Günlük yaşam ritüelleri üzerinde oldukça etkili olan bu kavram, toplumsal yaşamda bir turnusol kağıdına dönüşmüştür. Genel inanıştan farklı bir yol izleyen bireyler artık günümüz toplumlarında ''öteki'' olarak nitelendirilmektedir. Bu ötekileştirme işlemi ise ölçü ve şekline bağlı olarak oldukça olukça tehlikeli sonuçlara gebe olabilmektedir. Elbette bu bağlamda değerlendirilmesi gereken bir husus da dinin topluma yansımasının gerçeği ne kadar yansıttığıdır. Toplumumuzun kanayan yarası olan okumamak eylemi, burada da karşımıza çıkmaktadır. Toplumumuzun büyük çoğunluğu, Kur'an'da ne yazdığını bile kendi dilinde ve anlayacağı şekilde okumaya zahmet etmemekte ve dini, bireyler aracılığıyla öğrenmektedirler. Bu bireyler ise toplumun bu zayıf karnını, böylesine kuvvetli yakalamış olmanın verdiği güven ile insanları çevrelerinde toplamış ve bu birlikteliği önemli bir çıkar ve güç elde etme aracına dönüştürmüştür. Günümüzde de örnekleri oldukça fazla olan bu tip yapılanmalar, dini bir silah gibi kullanmakta ve toplumun kutsallarına karşı olan hassasiyetlerini biçimlendirirken çıkarlarını gözetmektedirler. Dolayısıyla bu yapılanmalar için din, bir amaç olmaktan çıkıp yalnızca bir çatı ve maske görevini üstlenmiştir. İşte bu yüzden, günümüzde din olgusunun toplumları bir arada tutan etmen olmasından bahsetmek mümkün değildir.
Dil konusu de en az din kadar hassastır. Dil öğesi kişinin topluma entegrasyonunu sağlayan en önemli etmenlerden biridir. İnsan anlayabil Dolayısıyla kişi, dilini iyi kullanmak zorundadır. Ancak şu da bir gerçek ki bu dil öğesi toplumumuzda oldukça hasara uğramış ve uğramaya devam etmektedir. Acı şekilde itiraf etmek gerekir ki günlük konuşmalarda bile başka dillerin kendisinde daha fazla kullanıldığı bir dil, birleştirici vasfını yitirmiştir.
Bir birey nerede doğacağını seçemeyeceğinden, aynı ülke içinde farklı coğrafyalarda yaşamanın ayrıştırıcı gücünü, toplumlar kendi içlerinde olabildiğince gidermelidirler. Bu coğrafyanın izdüşümü yalnızca ''nerelisin kardeş'' sorusunun cevabı değil, bu cevabın getirdiği kültürel yapının da tamamıdır.Farklı kültürlere, aynı ülke içindeki kültürel ayrışma değil , kültürel zenginlik olarak görülmeli ve bu şeklilde benimsenmelidir.
Bir ülkenin yönetim stratejisinin reel politik yaşamdaki iz düşümüne siyaset adı verilir. Siyasi erk, ülkenin stratejik çıkarlarına uygun gelişimini sağlamakla yükümlüdür. Ülke stratejisini belirlemede ise uluslar arası dinamikleri tümü etkilidir. Bu dinamiklerin tamamı iyi ve tarafsız şekilde okunmadığı sürece strateji belirlemek ya da belirlenmiş olan stratejiyi başarıya ulaştıracak doğru taktikleri bulmak mümkün olmayacaktır. Ülkelerin siyasi sınırları ile stratejik etki alanları arasındaki mesafenin gittikçe artmakta olduğu süreçte, uluslararası etkileşimlerden bağımsız bir politika belirlemek tam anlamıyla hayalperestliktir. Bu bağlamda esas olarak en önemli etmen, strateji ve taktiklerin belirlenmesi aşamasında esas alınacak olgudur. Günümüzde bu olgu ne yazık ki ekonomidir. İktisadi şartlar bireylerin düşünce ve davranışlarını kökünden etkiler. Marx belki de dünyanın en önemli çıkarımlarından birini bu noktada oldukça sade ve etkili şekilde anlatmıştır. Ekonomik bağımsızlık kavramı, günümüz dünyasında neredeyse bireysel bağımsızlık kavramıyla bütünleşmiştir. Bireyler, ekonomik durumlarına göre karar alma gücüne sahip olmaktadırlar. Dolayısıyla ekonomik durumu iyi olanlar karar alıcı, bu ekonomiden beslenmek zorunda olanlar da , bu kararların uygulayıcısı olmak durumunda kalmaktadırlar. İşte sınıf mantığının da temelinde yatan basit mantık hemen hemen budur. İnsanlar, üretim tüketim dengesi içerisindeki rollerinin niteliğine göre sınıflara ayrılmaktadırlar. Günümüzde salt bir üreten tüketen sınıfından bahsetmek mümkün değildir çünkü artık kapitalizm önlemini almış, asgari ücretle çalışan insanlara da iphone alabilme şansı vermiştir. Günlük hayatın totalitarizminin etkisiyle kendisine yabancılaşan üreten kesim sınıf mantığından uzaklaşmıştır. Burjuvasi ise gittikçe güç kazanmış, yöneten konumunu sağlamlaştırmıştır.
Siyasi stratejiler belirlenirken de esas olarak alınması gereken olgu ''ekonomi''dir. Yukarıda ekonominin birey üzerindeki gücü belirtilmiştir. Toplumda bireylerden oluştuğuna göre, toplumların yönetiminde esas alınması gereken konu da ekonomik dengedir. Hele bir de bahsedilen toplum, ekonomik dengesizliği en hat safhada yaşıyorsa... Toplumdaki artı değerin yönetim şekli o toplumun alt yapısını oluşturur. Alt yapısı sağlam olmayan toplumlarda, işte en çok da bu nedenle, kaosların görülme sıklığı oldukça fazladır. Tabi eğer sağ siyaset henüz o toplumu ziyaret etmemişse.
Sağ siyaset Türkiye Cumhuriyeti'nin tam anlamıyla vazgeçilmezidir. Toplumumuz düzenli olarak sağ kesime yanaşmakta ve buraya park etmektedir. Tabi ki bunun çok geçerli sebepleri olması gerekir. Sağ siyaset üst yapısal yönetim alanında oldukça ileri bir politikaya sahiptir. İnsanların gözle görebileceği herşeye dokunmaya çalışırlar. Tabii cüzdanları da dahil. Ekonomik adaletin oldukça uzağında bir politikaya sahip olan sağ yönetimler, göz boyama sanatının da vincileridirler. Bir taraftan yollar köprüler yaparak, bağırarak, hakaret ederek, insanlarda ''işte bizden biri ve bizim için çalışıyor'' havası uyandırmakta, diğer taraftan da bu yolları köprüleri fahiş ücretlerle donatıp, bağırdıkları çağırdıkları kimi ülkelere de iktisadi alanda inanılmaz ödünler vermektedirler. Halkın gözünde ise artık zaten çoktan birer kahramandırlar.
Daha fazla üst yapısal değişiklikle daha gelişimiş bir ülke mottosunu halka benimseten sağ yönetimler, bu üstyapısal değişiklikler için ihtiyaçları olan sıcak parayı da aşırı vergilendirme ve borçlanma ile elde etmektedirler. Dolayısıyla bu kısır döngünün devamlılığı, çok da mümkün görünmemektedir. Nitekim hiçbir zaman da mümkün olmamıştır. Diğer yandan sağ hükümetler her zaman, burjuvaziyi desteklemiş ve vahşi kapitalizme göz yummuş, vahşi kapitalizmin yarattığı cehalet ve yabancılaşmadan nemalanmışlardır. İşte gelişmemiş ülkelerdeki sağ hükümet ısrarı buradan kaynaklanmaktadır. Bu kısır döngü de ülkenin daimi olarak gelişmemiş olarak kalmasını sağlamaktadır. Burada gelişmişlik, ana caddelerin kenarındaki kaldırımların kaç kere yenilendiği değil; ülkedeki barış ortamı, ekonomik adalet ,toplum huzuru , toplum mutluluğudur. Ülkemiz bu 4 özelliğe ne yazık ki inanılmaz derecede yabancılaşmıştır.
Peki bu kadar şey kötü yapılırken halk bu insanları tekrar seçiyorsa bir bildikleri yok mudur? Vardır tabi ki. Ama öğretildiği kadarını... İnceleme ve sorgulama kültürüne oldukça uzak olan toplumsal yapımız ne yazık ki bu alanda da etkili olmaktadır. Sağ siyaset, din olgusunu politikasının göbeğine oturtur, sonra hitap ettiği kesimin coğrafi özelliklerine göre bir dil, daha doğrusu hitap şekli geliştirip insanlara kendini pazarlar. Bu şekilde de insanları bu olgular çerçevesinde birleştirir. Bu olguları ortaya atan kesim kendisi olduğu için de aslında topluluk olgular etrafında değil, hitap eden kişinin çevresinde birleşmiştir. Bu olgular esas alınıp çıkılan yolda ise geri dönüş çok da mümkün değildir. Çünkü bireyin doğuştan gelen kutsalları öne sürülmüş ve herhangi bir aykırı hareketin, bu kutsallara karşı yapılmış olduğu psikolojisi insanlara benimsetilmiştir. Ülke içindeki kültürel farklılıkları, işlerine geldiği zaman zenginlik, işlerine gelmediği zaman da zıtlık ve tehlike olarak lanse edebilirler. Günümüzdeki toplumsal sorunların hemen hepsinin temelini teşkil eden ''ekonomik adalet'' konusunda hiçbir olumlu politika izlemeyen, daha ötesi ekonomik adaletsizlikten beslenen sağ siyaset, toplumsal sorunların çözümünde değil, toplumsal sorunların kendi çıkarları doğrultusunda kullanılmasında ustalaşmış bir geleneğe sahiptir. İşte sağ politikalar gelen bu birikimle bu denli güçlenmiştir. Ancak unutulmamalıdır ki hiçbir güç sınırsız ve yenilmez değildir. Halk, sorunu iyi tahlil edip teşhisi doğru şekilde koyabildiği gün gerekli tepkiyi verir.  Bu da düzgün yapılanma ve bu yapılanmanın temelini oluşturacak düzgün bir eğitimle gerçekleşir. Son olarak unutulmamalıdır ki, adalet herkes için gereklidir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder