9 Mayıs 2011 Pazartesi

napıyoruz biz?

          güzel bir dünyada yaşamadığımız kesin. ne idüğü belirsiz zamanlardayız. sonunda ne zaferler var ne de malubiyetler. ne mutluluk ne hüzün. artık hiçbir şeye tam olarak sevinmiyor ve üzülmüyoruz. ilginçtir ki yaşanmış hazin bir olayı medya yoluyla öğrenip hüzünlendikten yalnızca 2 dakika sonra katılarak gülüyoruz. 5 dakika sonra da neye gülüp neye ağladığımızı hatırlamıyoruz bile. biz yavaş zamanın hızlı canlıları olduğumuzu düşünsek de, aslında hızlı zamanların sürüngenleriyiz. zamanı kontrol etmek bir yana, onu elimizde bile tutamıyoruz. geliyor, geçiyor, gidiyor... biz ise zamanın izin verdiği kadarını hissediyor, yaşıyoruz.
gücü fazla seviyoruz. gücün paradan, ünvandan, çevreden falan geldiğine inanıp saçma sapan işler yapıyoruz. kıçımız sağlam kalsa da biz, ruhumuzu satışa çıkarıyoruz. birileri bağırıyor susuyoruz. sonra konuşup duruyoruz. bağırana her şeyi söylüyoruz ama duyamayacağı şekilde. ve tek bir şeyi söylemekten ölesiye korkuyoruz : ''bağırma''.
          sesler duyuyoruz. yaşamın sesleri, ritmi. sonra içimizden bir şarkı tutturup yaşamın ritmiyle onu çalıyoruz. yeri geliyor bir otomobil lastiğinin hızlıca tümsekten geçerken çıkardığı ses; bizim kafamızda binlerce kişiyi sıçratan bir davul darbesi oluyor. işte biz hayatı da böyle yaşıyoruz. aslında yaşamın bizden bağımsız aktığını bildiğimiz halde tüm yaşamı kendimize göre düşünüp, kafamızda hayat bizim içinmiş gibi bir ritme oturtuyoruz. işte ölüme bu yüzden ''sessizlik'' diyoruz.
          kadınları seviyoruz. ağzımıza sıçsalar da seviyoruz onları. ne istediğini bilmiyor bazıları ve bazılarıysa bilmemekten keyif alıyor. daha güzelleri olduğunu biliyoruz ama biz yine de onlara ''kimseyi görmedim ben senden daha güzel'' diyoruz. yani hayatın ritmini kendimize yontuyoruz.
          her gece güneşi çekiyoruz kendimize ve her sabah küfrediyoruz olan bitene. yazın en sıcak anında çocukça oyunlar oynuyoruz. terli ve bitkin elimizde su şişesi akşama doğru annemizin sesiyle oyundan dönmüşçesine eve giriyoruz. kimimiz duşunu alıyor, güzelce giyinip temmuz akşamı loşluğunda deniz sefası yapıyor, kimimiz ise buz gibi suları içip hasta oluyor. işte biz insanlar aslen böyle ayrılıyoruz. anı yaşayanlar ve sonraya bakanlar.
          en kötüsü var bir de... geçmişte kalanlar... onlar o dehlizden ancak kafkasque bir labirentten geçerek çıkarlar ve çıktıklarında asla o girdikleri kişi olamazlar.
          güzel zamanları bir kenara koyup, kendimize suni uğraşlar buluyor, sonra da onlara inanıp ona göre davranıyoruz. aynı uyusak bile ayrı uyanıyoruz, iki soluk arasında bile aynı kalamıyoruz.
sabah uyandığımızda tenimize dokunan teni düşünüyoruz ama tenimizin içindeki ruh her an ucuzluyor, biz bunu farketmiyoruz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder